Bandura’nın Yılanlarını Kovmak
Korkular ve önyargıları yenerek kendi kendinize koyduğunuz engelleri aşmak için, kademeli bir şekilde ufak hedeflere ulaşmanız ve kreatif güveninizi kazanmanız gerekli..
En büyük korkunuz nedir? Örümcekler, yılanlar, köpekbalıkları? Ya da ölüm, karanlık, yalnızlık, yükseklik? Eminim hepimizin ufak rahatsızlık hissinden tamamıyla kendimizi kaybetme derecesine kadar spektrumun farklı noktalarında bir veya birden fazla korkusu vardır. Peki, bu korkulardan kaçmak yerine, bu korkuları yenmeyi denediniz mi hiç?
Benim başucu kitabım haline gelen, Tom Kelley ve Dave Kelley’nin Creative Confidence kitabında, 21.yüzyılın en önemli psikologları Sigmund Freud, B.F. Skinner ve Jean Piaget’nin ardından sayılan, sosyal öğrenme kavramını dünyaya kazandıran Stanford profesörü Albert Bandura’nın guided mastery (rehberli uzmanlik) metodunu kullanarak danışanlarının yılan fobisini nasıl tedavi ettiği anlatılır. Metod fobi sahibini minik adımlarla fobisinin kaynağına, bu örnekte yılana, çok sayıda aktivite ve rol play egzersizleriyle fiziksel olarak yaklaştırır. Önce, Bandura danışanına yan odada bir yılan olduğunu ve birazdan oraya geçeceklerini söyler. Sonra bir bir yan odaya tek yönlü bir aynadan bakmaktan odanın açık kapısının önüne yaklaşmaya kadar, ufak adımlarla danışanı yan odadaki yılana yakınlaştırır. Bu adımlar herkesin aşabileceği kolaylıkta geliştirilmiştir. Birçok adım sonra danışan yılanın yanında durma hatta yılana dokunma cesaretini gösterdigi görülmüştür. Yani, bu metodla yaşam boyu süren bir fobinin 4-5 saat içinde üstesinden gelmek mümkün olur. Fobinin ne kadar ekstrem seviyede olursa olsun.
Bandura, guided mastery’nin uzun dönemde etkinliğini test etmek için, fobilerinden kurtulan danışanlara birkaç ay sonrasında takip telefonları eder ve fobinin gerçekten yok olduğunu teyit eder. İlginç bir şekilde metodun başarısı kişinin fobiden kurtulmasıyla sınırlı kalmaz, fobisini yenen danışanların çoğu yaşamlarında farklı alanlarda olumlu değişimler gösterdikleri görülür. Hep isteyip yapamadıkları bungeejumping veya ata binme gibi cesaret edemedikleri sporları denerler, işlerinde kendilerine güvenleri artar, yeni başarıların peşine düşerler, birden bire kendilerine son derece güvenli bir şekilde topluluk önünde konuşmaya başlarlar. Adeta onların önlerinde duran ve ilerlemelerini engelleyen hayali bir barikat kaldırılmıştır, fobiyi yenmek onlara hayatlarını her açıdan kontrol edebileceklerini hissettirir ve potansiyellerini tam anlamıyla kullanmaya yönelirler. Ve yaşamları büyük bir dönüşümden geçer. Zorlukların karşısında direnç göstermek, başarmaya azmetmek ve uzun süre yılmadan çalışmak gibi başarılı insanların ortak özelliklerinden oluşan bu inanış sistemini ‘self-efficacy’ olarak adlandırır Bandura.
Design thinking’i uygulayan David Kelley’e, Bandura’nın yaklaşımı hiç de uzak değil; çoğu zaman design thinking eğitimine katılan profesyonellerin kendi yaratıcılıklarına duydukları güvensizliği bir seri ufak aktivite yardımıyla, ne kadar yaratıcı fikirler çıkarabileceklerini göstererek kişileri kendi önyargılarından kurtarmakta. Kişi kendinde yaratıcı olmak için gerekli tüm yetilere sahip olduğunu keşfettiği ve bunu hayata geçirerek başarılı fikirler ürettiği anda kafasındaki hayali engel yok olmakta. Problemler ortaya çıktığında kendi kendine çözebileceğine olan güveni artmakta.
Yaratıcılığa çok az sayıda insanın sahip olduğu bir lütuf gibi bakmaktan ziyade, herkeste mevcut ancak bazılarında daha çok kullanılan, kullanıldıkça da gelişen bir yeti gibi yaklaşmak daha sağlıklı. Kreatif işlerle uğraşanların daha yaratıcı olmalarını beklemek meslek gereği kabul edilirken, bir muhasebecinin veya doktorun yaratıcı olması hayretle karşılanabiliyor. Oysa, her meslekte insanın problem çözmesi, işini daha iyi yapmak için yeni yöntemler geliştirmesi ve yaratıcılığını kullanması mümkün. Yeterki kendi kendimize izin verelim, aynı spor yaparak vücudumuzdaki kasları geliştirir gibi, yaratıcılık kaslarımızı kullanmayı gündelik yaşamımıza dahil edelim.
Albert Bandura Kimdir?
Bandura Kanada’nın Alberta eyaletinin Mundare adında 400 kişi nüfuslu küçük bir kasabasında doğmuş. Annesi Ukraynalı, babası Polonyalı formal bir eğitime sahip olmayan göçmen bir ailenin oğluymuş. Babası trans-Kanada demiryollarında çalışırmış, annesi nakliyat servisi işindeymiş, demiryollarıyla gelen yapı materyallerini dükkanlara teslim edermiş. Ücra bir arsayı satın alıp evlerini kendi imkanlarıyla yolundan, bahçesi ve tarlasına kendileri yoktan yaratmışlar. Liseyi bitirdikten sonra, Annesinin sunduğu iki seçeneği dikkatlice değerlendirmiş Bandura: -1. Kasabada kalıp toprakla uğraşmak, bilardo oynamak ve bira içmek ve 2. Üniversiteye gitmek- ve seçimini eğitimden yana kullanmış.
Daha fazla imkan ve daha iyi bir iklim arayışıyla, batıda Vancouver’deki British Columbia Üniversitesine gitmiştir. Kütüphanede tıp öğrencilerinin bıraktığı bir broşürden gördüğü psikoloji dersini zaman doldurmak için almıştır ve derse duyduğu ilgi onu davranış psikolojisi alanında dönemin en iyi üniversitelerinden Amerika’daki Iowa Üniversitesi’nde master yapmaya itmiştir. Gustav Bergmann gibi alanın en iyi ve en egzantrik hocalarından ders almıştır. Iowa’dan Stanford’a geçmiş ve gözlemleme üzerine kurulu sosyal öğrenme modeliyle modern davranış biliminin atası haline gelmiştir.
1960’ların başında döneme yeni teknolojisi televizyonda görülen şiddetin etkilerini araştırmak üzere, meşhur bobo doll deneyini yapmıştır. Deneyde yuva çocuklarının gözünün önünde yetişkin bir kadın bir bobo bebeğini çekiçle dövmüş, itmiş, tekmeler atmış, küfretmiş, hakaret etmiştir. Çocuklar bu yetişkinin yaptığını görmüş, sıra kendilerine geldiğinde aynı davranışı taklit etmiş, benzer agresyonu bobo bebeğe uygulamışlardır. Sosyal öğrenme işte bu şekilde gerçekleşir, yetişkinler de çocuklar gibi başkalarını izler davranışlarını görür ve benzerini yaparlar.